Herşey Gülümse(t)mek İçin...:))
Forumumuzdan Daha iyi yararLanabiLmek İçin üye oLmaLısınız =)
Herşey GuLumse(t)mek İçin.. :)
Herşey Gülümse(t)mek İçin...:))
Forumumuzdan Daha iyi yararLanabiLmek İçin üye oLmaLısınız =)
Herşey GuLumse(t)mek İçin.. :)
Herşey Gülümse(t)mek İçin...:))
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Herşey Gülümse(t)mek İçin...:))

****
 
AnasayfaAramaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Milkyhead
Gelişmiş Üye
Gelişmiş Üye
Milkyhead


Mesaj Sayısı : 165
Rep Gücü : 965
Rep puanı : 2
Kayıt tarihi : 06/02/09
Yaş : 30
Nerden : KumsaLdan...

Dikkat : Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap 473972urfuggv5ew


Güç Sistemi
Başarı Puanı:
Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Img_left0/0Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Empty_bar_bleue  (0/0)
AktifLik:
Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Img_left0/0Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Empty_bar_bleue  (0/0)
GüçLüLük:
Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Img_left0/0Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Empty_bar_bleue  (0/0)

Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Empty
MesajKonu: Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap   Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Icon_minitimeCuma Mayıs 29, 2009 9:43 pm

2. Açık Kitap

Sırtımı kar yığınının arkasına yasladım ve kuru pudra ağırlığımın etrafında yeniden
şekillendi. Tenim etrafımdaki havayla uyum sağlamak için soğumuştu, altımdaki
küçük buz parçalarını kadife gibi hissediyordum.
Üstümdeki gökyüzü duruydu, bazı yerlerde mavi, bazı yerlerde sarı olarak
ışıyan yıldızlarla parlaktı. Siyah evrende şahane, dönen şekiller yaratmışlardı –
mükemmel bir görüntü. Harika güzellikle. Ya da, harika güzellikte olurdu. Olurdu,
eğer gerçekten görebiliyor olsaydım.
Hiç iyiye gitmiyordu. Altı gün geçmişti, altı gün bu boş Denali sahrasında
saklanmıştım; ama özgürlüğe, onun kokusunu yakaladığım anda olduğumdan daha
yakın değildim.
Mücevherlerle dolu gökyüzüne baktığım zaman, sanki güzellikleriyle
gözlerim arasında bir engel var gibiydi. Bu engel bir yüzdü, sadece sıradan bir insan
yüzü; fakat onu aklımdan çıkaramıyordum.
Yaklaşan düşünceleri, onlara eşlik eden ayak seslerinden önce duydum.
Hareketin sesi pudranın üzerinde sadece hafif bir fısıltıydı.
Tanya’nın beni buraya kadar takip etmesine şaşırmamıştım. Son birkaç
gündür, şimdi yaklaşan bu konuşma üzerine düşündüğünü ve ne söyleyeceğinden
tam olarak emin olana kadar ertelediğini biliyordum.
Yaklaşık altmış yarda ötede, siyah bir kayanın üzerine sıçrayıp, çıplak
ayaklarıyla dengesini sağlarken görüş alanıma girdi.
Tanya’nın teni yıldızların ışığı altında gümüştü ve uzun sarı bukleleri soluk
bir şekilde parıldıyordu, çilek rengi tonuyla neredeyse pembeydi. Kehribar gözleri, o,
kara yarı gömülü halde beni izlerken parıldadı ve dolgun dudakları bir
gülümsemeyle uzadı.
Harika. Eğer gerçekten görebiliyor olsaydım. İç çektim.
Kayanın tepesinde, parmak uçları taşa dokunarak çömeldi, vücudu gerildi.
Top güllesi, diye düşündü.
Kendini havaya fırlattı; şekli yıldızlarla benim arama girdiği sırada karanlık,
dönen bir gölgeye dönüştü. Tam yanımdaki kar yığınına yaklaştığı zaman top
halinde kıvrıldı.
Etrafımda bir tipi uçtu. Tüye benzeyen buz kristalleri altına gömüldüğümde
yıldızlar karardı.
Tekrar iç çektim; ama kendimi yukarı çıkarmak için hiçbir harekette
bulunmadım. Karın altındaki siyahlık ne acıtıyor, ne de görüşümü geliştiriyordu.
Hala aynı yüzü görüyordum.
“Edward?”
Tanya beni hızlıca çıkartırken kar yine uçuyordu. Gözlerimle pek
buluşmadan, hareketsiz yüzümden kar tanelerini silkeledi.
“Özür dilerim.” dedi mırıldanarak. “Şakaydı.”
“Biliyorum. Komikti.”
Ağzı aşağı doğru kıvrıldı.
“İrina ve Kate seni yalnız bırakmam gerektiğini söylediler. Seni rahatsız
ettiğimi düşünüyorlar.”
“Hayır, hiç etmiyorsun.” diye güvence verdim. “Aksine, kaba olan benim –
fena halde kaba. Çok özür dilerim.”
Eve gidiyorsun değil mi? diye düşündü.
“Henüz buna… tam olarak… karar vermedim.”
Ama burada kalmıyorsun. Düşünceleri şimdi dalgındı, hüzünlü.
“Hayır… yardımcı oluyor gibi görünmüyor.”
Yüzünü buruşturdu. “Bu benim suçum değil mi?”
“Tabii ki hayır.” dedim yumuşakça yalan söyleyerek.
Centilmenlik yapma.
Gülümsedim.
Rahatsız olmana neden oluyorum, diye suçladı.
“Hayır.”
Kaşını kaldırdı, ifadesi o kadar kuşkuluydu ki, gülmek zorunda kaldım. Başka
bir iç çekişin takip ettiği kısa bir kahkaha.
“Pekala.” diye itiraf ettim. “Biraz.”
O da iç çekti ve çenesini ellerine aldı. Düşünceleri üzüntülüydü.
“Yıldızlardan binlerce kez daha güzelsin Tanya. Tabii, zaten bunun
farkındasın. İnadımın kendine olan güvenini yok etmesine izin verme.”
“Reddedilmeye alışık değilim.” diye homurdandı, dudağını alımlı bir şekilde
büktü.
“Kesinlikle.” dedim, binlerce başarılı fethi hızla kafasından geçerken
düşüncelerini engellemeye çalışarak. Tanya insan erkeklerini tercih ederdi –
yumuşak ve sıcak olma avantajı ile beraber, daha çoklardı ve kesinlikle daha
isteklilerdi.
“Succubus(Geceleyin kadın şeklinde erkeklerin rüyasına girip onlarla cinsel münasebette bulunan dişi şeytan.).” dedim alayla, kafasında belirmeye devam eden görüntüleri
bölme umuduyla.
Dişlerini göstererek sırıttı. “Orijinal.”
Carlisle’ın aksine, Tanya ve kardeşleri bilinçlerini yavaş yavaş keşfetmişlerdi.
Sonunda, onları kan dökmeye karşı getiren etken insan erkeklerine olan
düşkünlükleri olmuştu.
“Buraya geldiğinde,” dedi yavaşça. “Ben sandım ki…”
Ne düşündüğünü biliyordum ve böyle hissedeceğini tahmin etmem gerekirdi;
ama geldiğimde çözümsel düşünmek için en iyi halimde değildim.
“Fikrimi değiştirdiğimi düşündün.”
“Evet.” Kaşlarını çattı.
“Beklentilerinle oynadığım için kendimi çok kötü hissediyorum Tanya. Böyle
yapmak istememiştim – düşünmüyordum. Sadece… çok aceleyle ayrılmıştım.”
“Sanırım sebebini söylemezsin…?”
Doğruldum ve kollarımı bacaklarıma dolayıp savunma amaçlı kıvrıldım.
“Bunun hakkında konuşmak istemiyorum.”
Tanya, Irina ve Kate kalkıştıkları bu hayatta çok iyilerdi. Çeşitli konularda
Carlisle’dan bile. Avları olması gerekenlerle – bir zamanlar olanlarla – kendilerine
izin verdikleri delice yakınlığa rağmen; hata yapmıyorlardı. Zayıflığımı Tanya’ya
itiraf etmeye çok utanıyordum.
“Kadın problemi mi?” diye tahmin yürüttü isteksizliğimi görmezden gelerek.
Soğukça güldüm. “Kastettiğin şekilde değil.”
Sonra sessizleşti. Kelimelerimin anlamını çözmek için değişik tahminler
yürütürken düşüncelerini dinledim.
“Yaklaşamadın bile.” dedim.
“Bir ipucu?” diye sordu.
“Lütfen bırak Tanya.”
Yine sessizleşti, hala tahmin etmeye çalışıyordu. Onu duymazdan gelip boş
yere yıldızların güzelliğini görmeye çalıştım.
Bir süre sonra vazgeçti ve düşünceleri başka bir yöne gitti.
Nereye gideceksin Edward, eğer buradan ayrılırsan? Carlisle’a mı döneceksin?
“Sanmıyorum.” diye fısıldadım.
Nereye gidecektim? Dünyada ilgimi çeken hiçbir yer yoktu. Görmek ya da
yapmak istediğim hiçbir şey yoktu, çünkü nereye gidersem gideyim, bir yere doğru
gidiyor olmayacaktım – bir yerden uzağa kaçıyor olacaktım.
Bundan nefret ediyordum. Ne zaman böyle bir ödleğe dönüşmüştüm?
Tanya ince kolunu omzuma attı. Dikeldim; ama dokunuştan çekilmedim.
Arkadaşça bir rahatlatmadan başka bir şey kastetmemişti. Çoğunlukla.
“Bence geri döneceksin.” dedi, sesinde uzun zaman önce kaybolmuş Rus
aksanından ufak bir iz belirerek. “Peşini bırakmayan her ne… ya da her kim olursa
olsun, onunla yüzleşeceksin. Sen böyle birisin.”
Düşünceleri sözleri kadar emindi. Aklındaki görüntüyü benimsemeye
çalıştım. Sorunlarla yüzleşen kişiyi. Kendimi tekrar böyle düşünmek hoştu. Hiçbir
zaman cesaretim ve zorluklarla başa çıkma becerimden şüphe duymamıştım, bir
lisenin biyoloji dersinde geçirdiğim o korkunç saate kadar.
Yanağından öptüm. Yüzünü bana döndürdüğünde çabucak geri çekildim,
dudakları çoktan büzülmüştü. Hızıma acıklı bir ifadeyle gülümsedi.
“Teşekkürler Tanya, bunu duymaya ihtiyacım vardı.”
Düşünceleri huysuzlaştı. “Bir şey değil, sanırım. Keşke daha mantıklı olabilsen
Edward.”
“Üzgünüm Tanya. Benim için fazla iyi olduğunu biliyorsun. Ben sadece…
daha aradığımı bulamadım.”
“Pekala, eğer seni tekrar görmeden önce gidersen… hoşçakal Edward.”
“Hoşçakal Tanya.” Kelimeler dudaklarımdan dökülürken, görebiliyordum.
Kendimi giderken görebiliyordum, olmak istediğim tek yere giderken… “Tekrar
teşekkürler.”
Tek bir çevik harekette ayaktaydı ve o kadar hızlı koşuyordu ki, ayağının kara
batacak vakti olmuyordu; arkasında hiç iz bırakmıyordu. Geriye bakmadı. Reddim
onu daha önce izin verdiğinden çok rahatsız etmişti, düşüncelerinde bile. Gitmeden
önce beni bir daha görmek istemiyordu.
Üzüntüyle suratım asıldı. Hisleri derin ve saf olmamasına ve hiçbir şekilde
karşılık veremeyeceğim duygular olmasına rağmen, Tanya’yı incitmekten hiç
hoşlanmıyordum. Yine de bir centilmenden aşağı hissetmeme neden oluyordu.
Çenemi dizlerime koydum ve aniden yola çıkmak için heyecanlı olduğum
halde yıldızları tekrar izledim. Alice’in eve döneceğimi görüp diğerlerine
söyleyeceğini biliyordum. Mutlu olacaklardı – özellikle Carlisle ve Esme. Kafamdaki
yüzden ötesini görmeye çalışarak bir süre daha yıldızlara baktım. Gökyüzündeki
parlak ışıklarla aramda, bir çift sersemlemiş çikolata renkli göz bu kararın onun için
ne anlama geldiğini soruyormuşçasına bana baktı. Tabii, bunun gerçekten o meraklı
gözlerin aradığı bilgi olup olmadığından emin olamadım. Hayalimde bile,
düşüncelerini okuyamıyordum. Bella Swan’ın gözleri sorgulamaya ve yıldızların
engelsiz görüntüsü benden kaçmaya devam etti. Kuvvetle iç çekerek pes ettim ve
ayağa kalktım. Eğer koşarsam Carlisle’ın arabasına yarım saatten kısa sürede
varabilirdim.
Ailemi görmek için acele ederek – ve zorluklarla yüzleşen Edward olmayı çok
isteyerek – yıldızlarla aydınlanmış karların üzerinde koştum, ayak izi bırakmadan
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Milkyhead
Gelişmiş Üye
Gelişmiş Üye
Milkyhead


Mesaj Sayısı : 165
Rep Gücü : 965
Rep puanı : 2
Kayıt tarihi : 06/02/09
Yaş : 30
Nerden : KumsaLdan...

Dikkat : Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap 473972urfuggv5ew


Güç Sistemi
Başarı Puanı:
Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Img_left0/0Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Empty_bar_bleue  (0/0)
AktifLik:
Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Img_left0/0Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Empty_bar_bleue  (0/0)
GüçLüLük:
Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Img_left0/0Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Empty_bar_bleue  (0/0)

Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Empty
MesajKonu: Geri: Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap   Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Icon_minitimeCuma Mayıs 29, 2009 9:46 pm

“Bir sorun olmayacak.” diye fısıldadı Alice. Gözleri odağını kaybetmişti ve
Jasper, biz birbirimize yakın bir grup halinde yürürken eli Alice’in dirseğinin altında,
yürümesinde yardımcı oluyordu. Rosalie ve Emmett önde gidiyorlardı. Emmett
gülünç bir şekilde düşman bölgesindeki bir korumaya benziyordu. Rosalie de
ihtiyatlı görünüyordu; ama korumacıdan çok sinirliydi.
“Tabii ki olmayacak.” dedim homurdanarak. Davranışları gülünçtü. Eğer
altından kalkamayacağımı düşünseydim evde kalırdım.
Normal, eğlenceli sabahımızın – gece kar yağmıştı ve Emmett ile Jasper dikkat
dağınıklığımı fırsat bilerek beni kar topu bombardımanına tutmuşlardı;
tepkisizliğimden sıkıldıklarında ise birbirlerine dönmüşlerdi – bu aşırı dikkatlilik
durumuna olan ani değişimi, eğer bu kadar sinir bozucu olmasaydı komik olurdu.
“Henüz burada değil; ama geleceği yol… rüzgar yönünde olmayacak, eğer her
zamanki yerimize oturursak.”
“Tabii ki her zamanki yerimizde oturacağız. Kes şunu Alice. Sinirlerimi
bozuyorsun. Tamamen iyi olacağım.”
Jasper oturmasına yardım ederken gözleri bi kere kapanıp açıldı ve sonunda
benim yüzüme odaklandı.
“Hmm.” dedi şaşırmış bir sesle. “Sanırım haklısın.”
“Tabii ki öyleyim.” diye söylendim.
Endişelerinin odağı olmaktan nefret etmiştim. Korumacı halde Jasper’ı
çevrelediğimiz zamanları hatırladığımda, ona ani bir sempati hissettim. Kısa bir an
bakışımı yakaladı ve sırıttı.
Sinir bozucu değil mi?
Ona yüzümü buruşturdum.
Bu uzun, donuk renkli odanın bana çok ağır gelişi sadece bir hafta önce
miydi? Burada olmanın neredeyse uykuya, koma haline benzeyişi?
Bugün sinirlerim uzamıştı – en ufak baskıda ses çıkarmak üzere gerilmiş
piyano telleri gibi. Duyularım tetikteydi, her sesi, her görüşü, havanın tenime
dokunan her hareketini, her düşünceyi tarıyordum. Özellikle düşünceleri.
Kullanmayı reddedip kilitlediğim tek bir duyu vardı. Koku tabii ki. Nefes
almıyordum.
Düşünceleri incelerken Cullen’larla ilgili daha çok şey duymayı bekliyordum.
Bütün gün, Bella Swan’ın verdiği herhangi bir bilgi aramış, yeni dedikodunun
yönünü görmeye çalışmıştım; ama hiçbir şey yoktu. Kimse kafeteryadaki beş
vampirin farkında değildi, tıpkı yeni kız gelmeden önceki gibi. Bazı insanların
aklında da hala o kız ve geçen haftaki düşüncelerinin aynısı vardı. Bunu
anlatılamayacak derecede sıkıcı bulmak yerine, şimdi büyülenmiştim.
Kimseye benim hakkımda bir şey söylememiş miydi?
Benim kara, öfkeli ve ölüm saçan başımı fark etmemesinin imkanı yoktu. Buna
verdiği tepkiyi görmüştüm. Şüphesiz, onu çok korkutmuştum. Birine
anlatacağından, belki de daha iyi bir hikaye haline getirmek için biraz
abartacağından ve bana tehditkar birkaç replik ekleyeceğinden emindim.
Ve sonra beni, birlikte girdiğimiz biyoloji dersini bırakmaya çalışırken
duymuştu. Yüz ifademi gördükten sonra sebebin kendisi olup olmadığını mutlaka
merak etmiş olmalıydı. Normal bir kız etrafındakilere sorar, deneyimini diğerleriyle
karşılaştırır, dışlanmış hissetmemek için davranışımı açıklayacak bir ortak nokta
arardı. İnsanlar normal hissetmek ve etrafındaki herkese uyum sağlamak için her
şeyi yapardı, bir sürü özelliksiz koyun gibi. Bu ihtiyaç, emniyetsiz gençlik yıllarında
özellikle güçlüydü. Kız bu kuralın bir istisnası olmazdı.
Ama burada, normal masamızda otururken, kimse bizi fark etmemişti.
Kimseye anlatmadıysa, Bella son derece utangaç olmalıydı. Belki babasıyla
konuşmuştu, belki en güçlü ilişkisi onunlaydı… ama bu, onunla ne kadar az zaman
geçirdiği düşünülünce pek mümkün görünmüyordu. Annesine daha yakın
olmalıydı. Yine de kısa zaman içinde Şef Swan’a uğrayıp düşüncelerini
dinlemeliydim.
“Yeni bir şey var mı?” diye sordu Jasper.
“Yok… Hiçbir şey söylememiş olmalı.”
Bu haber üzerine hepsi kaşlarını kaldırdı.
“Belki de düşündüğün kadar korkunç değilsin.” dedi Emmett kıkır kıkır
gülerek. “Bahse girerim ki ben onu bundan daha iyi korkuturdum.”
Ona doğru gözlerimi devirdim.
“Acaba neden…?” Kızın eşsiz sessizliğiyle ilgili hala şaşkındı.
“Bunu geçtik. Bilmiyorum.”
“İçeri giriyor.” diye mırıldandı Alice. Vücudumun katılaştığını hissettim.
“İnsan görünmeye çalışın.”
“İnsan, öyle mi?” diye sordu Emmett.
Sağ yumruğunu kaldırıp avucunda sakladığı kar topunun etrafında
parmaklarını büktü. Tabii ki, orada erimemişti. Sıkıp bir buz kütlesi haline getirdi.
Gözleri Jasper’daydı; ama düşüncelerinin yönünü gördüm. Tabii, Alice de gördü.
Emmett’in ona aniden fırlattığı buz topağını, parmaklarının sıradan bir hareketiyle
engelledi. Buz, kafeterya boyunca insan gözlerinin takip edemeyeceği bir hızla
duvara çarpıp, tuğlaları çatlattı.
Odanın o köşesindeki başlar önce yerdeki kırık buz kütlelerine döndü ve
sonra suçluyu bulmak için arandı. Birkaç masadan uzağa bakmadılar. Kimse bize
bakmadı.
“Çok insanca Emmett.” dedi Rosalie iğneleyici bir sesle. “Elin değmişken niye
duvara yumruk atmıyorsun?”
“Onu sen yaparsan daha etkileyici olur bebeğim.”
Onlara dikkatimi vermeye çalıştım, sanki şakalarının bir parçasıymışım gibi
yüzüme bir sırıtma yerleştirdim. Onun beklediğini bildiğim sıraya bakmak için
kendime izin veremedim; ama dinliyordum.
Jessica’nın, ilerleyen sırada hareketsiz duran ve dikkati dağılmış görünen yeni
kızla ilgili sabırsızlığını duyabiliyordum. Düşüncelerinde, Bella Swan’ın yanaklarının
bir kere daha kanla kırmızı olduğun gördüm.
Kısa, derin olmayan nefesler aldım, kokusunun en ufak bir izi bile yanımdaki
havaya değerse nefes almayı bırakmaya hazırdım.
Mike Newton iki kızla beraberdi. Jessica’ya Swan kızının ne problemi
olduğunu sorduğunda, hem iç hem de dış sesini duyabiliyordum. Düşüncelerinin
onun etrafında sarılış şeklinden ve kız, onun orada olduğunu unutmuş şekilde
girdiği dalgınlıktan çıkarken, çoktan kurulmuş zihnini bulutlandıran fantezilerin
belirişinden hoşlanmamıştım.
“Hiçbir şey.” dedi Bella o alçak, duru sesiyle. Kafeteryadaki gürültünün içinde
bir zil gibi çınlamıştı; ama bunun çok dikkatli dinlediğim için olduğunu biliyordum.
“Bugün sadece soda alacağım.” diye devam etti, sıraya yetişmek için hareket
ettiğinde.
Kendimi ona bir bakış atmaktan alıkoyamadım. Yere bakıyordu, kan
yüzünden yavaşça çekiliyordu. Çabucak gözlerimi kaçırıp, şimdi acılı gözüken
gülümsememe gülen Emmett’a döndüm.
Hasta görünüyorsun kardeşim.
İfademin normal ve doğal görünmesi için yüz hatlarımı tekrar ayarladım.
Jessica kısın iştahsızlığının sebebini merak ediyordu. “Aç değil misin?”
“Aslında, biraz hasta hissediyorum.” Sesi çok alçaktı; ama hala duruydu.
Mike Newton’ın düşüncelerinden yayılan korumacı endişe beni niye rahatsız
etmişti? Sahiplenen bir tavrı olması niye önemliydi? Mike Newton onun için
gereksizce kaygılanıyorsa bu beni ilgilendirmiyordu. Belki de herkesin ona verdiği
tepki buydu. İçgüdüsel olarak onu korumayı ben de istememiş miydim? Onu
öldürmeden önce, bu…
Ama kız hasta mıydı?
Değerlendirmek zordu – şeffaf teninin altında çok narin görünüyordu. Sonra
kendim de endişelendiğimi fark ettim, tıpkı o ahmak oğlan gibi. Ve kendimi sağlığı
hakkında düşünmemek için zorladım.
Bakmaksızın, onu Mike’ın düşüncelerinden izlemekten hoşlanmamıştım. Üçü
hangi masaya oturacaklarını seçerken Jessica’ya geçtim. Şansıma Jessica’nın
arkadaşlarıyla oturdular, Alice’in dediği gibi rüzgar yönünde değildi.
Alice bana dirsek attı. Birazdan bakacak, insan gibi davran.
Sırıtmamın altında dişlerimi sıktım.
“Rahatla Edward.” dedi Emmett. “Hakikaten. Bir insanı öldürürsün. Bu
dünyanın sonu olmaz.”
“Sen bilirsin.” diye mırıldandım.
Güldü. “Böyle şeyleri atlatmayı öğrenmelisin. Benim gibi. Sonsuzluk, suçluluk
içinde kıvranmak için uzun bir zaman.”
O anda, Alice elinde sakladığı daha küçük bir avuç dolusu buzu Emmett’in
kuşkusuz yüzüne fırlattı.
Emmett şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı ve sonra sırıttı.
“Bunu sen istedin.” dedi, buz kaplı saçlarını ona doğru sallamak için eğilirken.
Sıcak odada eriyen kar, saçından yarı sıvı, yarı katı şekilde sıçradı.
“Iyy!” diye sızlandı Rosalie, Alice’le beraber şiddetli yağıştan kaçarlerken.
Alice güldü ve hepimiz katıldık. Kafasında bu kusursuz anı nasıl ayarladığını
ve kızın – onu böyle düşünmeyi kesmeliydim, sanki dünyadaki tek kızmış gibi – o
Bella’nın bizi insanca gülüp oynarken ve tıpkı bir Norman Rockwell tablosu gibi
doğal olmayan derecede ideal halde göreceğini biliyordum.
Alice gülmeye devam etti ve tepsisini bir kalkan gibi kaldırdı. Kız – Bella
mutlaka bize bakıyor olmalıydı.
…yine Cullen’lara bakıyor, diye düşündü biri, dikkatimi çekerek.
Kasıtsız çağrıya otomatik şekilde baktım ve gözlerim yönü bulurken sesi
tanıdım – onu bugün çok dinlemiştim.
Ama gözlerim Jessica’yı geçti ve kızın içe işleyen bakışlarına odaklandı.
Çabucak aşağı bakıp tekrar gür saçlarının arkasına saklandı.
Ne düşünüyordu? Rahatsızlık, zaman geçtikçe zayıflamak yerine daha da
artıyordu. Daha önce hiç denemediğim için ne yaptığımdan emin olamayarak
etrafındaki sessizliği zihnimle aşmaya çalıştım. Ekstra duyum her zaman doğal
olarak gelmişti; hiçbir zaman üzerinde çalışmam gerekmemişti; ama şimdi
odaklanmıştım, onu çevreleyen kalkanı kırmaya çalışıyordum.
Sessizlikten başka hiçbir şey yoktu.
Onun nesi var? diye düşündü Jessica, benim rahatsızlığımı yansıtarak.
“Edward Cullen sana bakıyor.” diye fısıldadı Swan kızının kulağına, bir
kıkırdama ekleyerek. Ses tonunda kıskanç sinirinin hiç izi yoktu. Arkadaşlık
taklidinde yetenekli görünüyordu.
Kızın cevabını, kendimi kaptırmış şekilde ben de dinledim.
“Sinirli görünmüyor değil mi?”
Yani geçen haftaki vahşi tepkimi fark etmişti. Tabii ki.
Soru Jessica’nın kafasını karıştırdı. O, ifademi kontrol ederken düşüncelerinde
kendi yüzümü gördüm; ama bakışıyla buluşmadım. Hala bir şey duymaya çalışarak
kıza odaklanıyordum. Dikkatli konsantrasyonum hiç yardımcı olmuyor gibi
görünüyordu.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Milkyhead
Gelişmiş Üye
Gelişmiş Üye
Milkyhead


Mesaj Sayısı : 165
Rep Gücü : 965
Rep puanı : 2
Kayıt tarihi : 06/02/09
Yaş : 30
Nerden : KumsaLdan...

Dikkat : Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap 473972urfuggv5ew


Güç Sistemi
Başarı Puanı:
Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Img_left0/0Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Empty_bar_bleue  (0/0)
AktifLik:
Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Img_left0/0Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Empty_bar_bleue  (0/0)
GüçLüLük:
Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Img_left0/0Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Empty_bar_bleue  (0/0)

Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Empty
MesajKonu: Geri: Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap   Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Icon_minitimeCuma Mayıs 29, 2009 9:47 pm

“Hayır.” dedi Jess ona ve evet diyebilmeyi dilediğini biliyordum – bakışım
içine dert olmuştu – ama sesinde bunun izi yoktu. “Görünmeli mi?”
“Benden pek hoşlandığını sanmıyorum.” diye fısıldadı kız, aniden yorulmuş
gibi başını koluna yaslayarak. Hareketini anlamaya çalışıyordum; ama sadece
tahmin yürütebilirdim. Belki de yorulmuştu.
“Cullen’lar kimseyi sevmezler.” diye güvence verdi Jess. “Kimseyi hoşlanmak
için kendilerine layık görmezler.” Eskiden görmezlerdi. Düşüncesi sızlanan bir
homurtuydu. “Ama hala sana bakıyor.”
“Ona bakmayı kes.” dedi kız endişeyle ve Jessica’nın emre uyup
uymadığından emin olmak için başını biraz kaldırdı.
Jessica kıkırdadı; ama istediğini yaptı.
Kız saatin kalanında masasından başka yere bakmadı. Bunun kasıtlı olduğunu
düşündüm – ama tabii ki, emin olamadım. Bana bakmak istiyormuş gibi
görünüyordu. Vücudu hafifçe benim yönüme doğru yöneliyordu, çenesi dönmeye
başlıyordu; ama sonra kendini yakalayıp derin bir nefes alarak, kim konuşuyorsa
ona bakıyordu.
Kızın etrafındaki düşünceleri, arada onunla ilgili olmadıkları sürece
duymazdan geldim. Mike Newton okuldan sonra park yerinde bir kartopu savaşı
planlıyordu, çoktan yağmura dönüştüğünün farkında görünmüyordu. Kar
tanelerinin çatıdaki hafif sesi, yağmur damlalarının pıtırtısına dönüşmüştü. Değişimi
gerçekten duyamıyor muydu? Bana sesli geliyordu.
Öğle teneffüsü bittiğinde yerimde kaldım. İnsanlar dışarı çıktı ve ben kendimi
diğerlerinin arasından onun ayak seslerini ayırt etmeye çalışırken yakaladım, sanki
önemli ve alışılmadık bir özellikleri varmış gibi. Ne kadar aptalca.
Ailem de hareket etmedi. Ne yapacağımı görmek için beklediler.
Onun delice kuvvetli kokusunu alabileceğim ve nabzının sıcaklığını tenimde
hissedebileceğim sınıfa gidip, yanına oturur muydum? Bunun için yeterince güçlü
müydüm? Yoksa bir gün için yeterince çekmiş miydim?
“Sanırım sorun yok.” dedi Alice tereddütle. “Kararlısın. Sanırım saati
atlatacaksın.”
Ama Alice bir kararın ne kadar çabuk değişebileceğini çok iyi biliyordu.
“Niye zorlayasın ki Edward?” diye sordu Jasper. Şimdi zayıf olan ben
olduğum için kendini beğenmiş hissetmemek istemesine rağmen, bunu
duyabiliyordum, sadece biraz. “Eve git. Ağırdan al.”
“Ne fark eder ki?” dedi Emmett katılmayarak. “Onu öldürürsün ya da
öldürmezsin. İki şekilde de atlatırsın.”
“Henüz taşınmak istemiyorum.” diye sızlandı Rosalie. “Baştan başlamak
istemiyorum. Liseyi neredeyse bitirdik Emmett. Sonunda.”
Kararda iki eşit parçaya bölünmüştüm. Bununla yüzleşmek istiyordum, çok
istiyordum; ama kendimi zorlamak da istemiyordum. Geçen hafta Jasper’ın
avlanmadan uzun süre durması bir hata olmuştu, bu da aynı şekilde anlamsız bir
hata mıydı?
Ailemi yerinden etmek istemiyordum. Hiçbiri bana bunun için teşekkür
etmezdi.
Ama Biyoloji sınıfına gitmek istiyordum. Onun yüzünü bir daha görmek
istediğimi fark ettim.
Benim için kararı veren buydu. O merak. Böyle hissettiğim için kendime
kızgındım. Kendime, kızın sessiz zihninin beni uygunsuzca ilgilendirmeyeceğine
dair söz vermemiş miydim? Yine de, işte en uygunsuz şekilde ilgiliydim.
Ne düşündüğünü bilmek istiyordum. Zihni kapalıydı; ama gözleri çok açıktı.
Belki aklı yerine onları okuyabilirdim.
“Hayır Rose. Sanırım gerçekten sorun olmayacak.” dedi Alice. “Sabitleşiyor.
Eğer sınıfa giderse kötü bir şey olmayacağından yüzde doksan üç eminim.” Bana,
düşüncelerimde onun gelecek görüşünü daha güvenli hale getiren ne değişiklik
olduğunu merak ederek baktı.
Merak, Bella Swan’ı hayatta tutmaya yetecek miydi?
Emmett haklıydı gerçi – niye her iki şekilde de üstesinden gelmiyordum?
Ayartıyla yüzleşecektim.
“Sınıflarınıza gidin.” dedim kendimi masadan iterek. Döndüm ve uzun
adımlarla ilerledim. Arkamda Alice’in endişesini, Jasper’ın tenkidini, Emmett’in
onayını ve Rosalie’nin sinirini duyabiliyordum.
Sınıfın kapısında son bir derin nefes aldım ve küçük, sıcak odaya girerken
ciğerlerimde tuttum.
Geç kalmamıştım. Bay Banner hala bugünün deneyini ayarlıyordu. Kız benim
– bizim masamızda, başı eğik, karalama yaptığı deftere bakıyordu. Yaklaşırken,
zihninin yarattığı bu önemsiz taslakla bile ilgilenerek onu inceledim; ama
anlamsızdı. Sadece iç içe ilmeklerden oluşan rastgele bir karalamaydı. Belki de
desene odaklanmıyor, başka bir şey düşünüyordu.
Sandalyeyi gereksiz bir sertlikle çekip, döşemeyi çizmesine izin verdim;
insanlar birinin gelişi sesle duyurulduğunda her zaman daha rahat ederlerdi.
Sesi duyduğunu biliyordum. Bakmadı; ama eli çizdiği desende bir ilmeği
kaçırıp dengeyi bozdu.
Niye yukarı bakmamıştı? Muhtemelen korkmuştu. Bu sefer, farklı bir izlenim
bıraktığımdan ve önceden olanların hayalinin bir ürünü olduğunu düşünmesini
sağladığımdan emin olmalıydım.
“Merhaba.” dedim insanları rahatlatmak istediğim zaman kullandığım alçak
sesimi kullanıp, dişlerimi göstermeden gülümseyerek.
O zaman baktı, büyük kahverengi gözleri ürkekti – neredeyse sersemlemiş –
ve sessiz sorularla doluydu. Bu, geçen hafta görüşümü engelleyen ifadeydi.
Garip şekilde derin kahverengi gözlere bakarken, nefretin – kızın sadece
varolduğu için hak ettiğini hayal ettiğim nefretin – kaybolduğunu fark ettim. Nefes
almıyor ve kokusunu tatmıyorken böyle savunmasız birinin nefreti hak
edebileceğine inanmak zordu.
Yanakları kızarmaya başladı ve hiçbir şey söylemedi.
Gözlerimi onunkilerde tutup sadece sorgulayan derinliklerine odaklandım ve
teninin iştah kabartıcı rengini görmezden gelmeye çalıştım. Bir süre nefes almadan
konuşmaya yetecek kadar soluğum vardı.
“Adım Edward Cullen.” dedim, ismimi bildiğini bilmeme rağmen. Bu
başlamanın nazik yoluydu. “Geçen hafta kendimi tanıtma şansı bulamadım. Sen
Bella Swan olmalısın.”
Kafası karışmış göründü – kaşlarının arasındaki o küçük kıvrım tekrar
oradaydı. Cevap vermesi olması gerekenden yarım saniye fazla süre aldı.
“Adımı nereden biliyorsun?” diye sordu, sesi biraz titreyerek.
Onu gerçekten çok korkutmuş olmalıydım. Bu kendimi suçlu hissetmeme
neden oldu; o kadar savunmasızdı ki. Nazikçe güldüm – bu insanların
huzursuzluğunu azaltan bir sesti. Yine, dişlerimle ilgili dikkatliydim.
“Ah, sanırım ismini herkes biliyor.” Şüphesiz, bu tekdüze yerde ilgi odağı
haline geldiğinin farkındaydı. “Bütün kasaba senin gelmeni bekliyordu.”
Bu bilgi ona göre hoş değilmiş gibi suratını astı. Sanırım, utangaç göründüğü
kadar ilgiden de hoşlanmıyordu. Çoğu insan tersini hissederdi. Sürüden ayrı kalmak
istememelerine rağmen spot ışıklarını arzularlardı.
“Hayır.” dedi. “Yani, niye bana Bella dedin?”
“Isabella’yı mı tercih edersin?” diye sordum, sorunun nereye gittiğini
anlayamayarak. İlk gününde tercihini pek çok kez net şekilde belirtmişti. Bütün
insanlar düşünceleri rehber olmadığı zaman böyle anlaşılmaz mıydı?
“Hayır. Bella ismini seviyorum.” diye cevapladı kafasını hafifçe yana eğerek.
İfadesi – eğer doğru okuyorsam – utanç ve kafa karışıklığı arasındaydı. “Ama
Charlie – yani babamın benden Isabella diye bahsettiğini sanıyorum. Burada herkes
beni öyle tanıyor gibi görünüyor.” Teninin pembesi bir ton daha koyulaştı.
“Hmm.” dedim sıradan bir sesle ve gözlerimi yüzünden kaçırdım.
Sorularının ne anlama geldiğini yeni anlamıştım. Hata yapmıştım. Eğer ilk
gün diğerlerini dinliyor olmasaydım, ona başta tam ismiyle hitap ederdim, diğer
herkes gibi. Fark dikkatini çekmişti.
Şiddetli bir huzursuzluk hissettim. Hatamı yakalamak onun için çok kolay
olmuştu. Oldukça zekice, özelikle yakınlığımdan korkması gereken birine göre.
Ama aklında benimle ilgili kilitli tuttuğu şüphelerinden daha büyük
sorunlarım vardı.
Soluğum kalmamıştı. Eğer onunla tekrar konuşacaksam nefes almam
gerekiyordu.
Konuşmamak zor olurdu. Şanssızlığına, bu masayı paylaşmamız onu benim
labaratuvar partnerim yapıyordu ve bugün birlikte çalışmak zorundaydık. Deneyi
yaparken onu görmezden gelmek garip – ve anlaşılmaz şekilde kaba – olurdu. Bu
onu daha çok korkutur ve şüphelendirirdi.
Sandalyemi hareket ettirmeden ondan uzaklaşabileceğim kadar uzaklaşıp
kafamı sıraların arasındaki boşluğa döndürdüm. Kaslarımı kilitleyerek kendimi
olduğum yere bağladım. Sonra sadece ağzımdan, hızlıca ciğerlerimi dolduran bir
nefes aldım.
Ahh!
Bu gerçekten acı vericiydi. Onu koklamadan bile, dilimde tadını
alabiliyordum. Boğazım aniden tekrar alevler içindeydi, arzu aynı geçen hafta
kokusunu yakaladığım andaki kadar güçlüydü.
Dişlerimi gıcırdattım ve kendimi toparlamaya çalıştım.
“Başlayın.” diye komut verdi Bay Banner.
Masaya bakan kıza dönüp gülümsemek için yetmiş yıllık çabayla kazandığım
öz kontrolü en ufak zerresine kadar kullanmışım gibi hissettim.
“Önce bayanlar, partner?”
Yüzüme baktı ve ifadesi boşaldı, gözleri büyüdü. Yüz ifademde yanlış bir şey
mi vardı? Yine korkmuş muydu? Konuşmadı.
“Ya da, istersen ben başlayabilirim.” dedim sessizce.
“Hayır.” dedi ve yüzü yine beyazdan kırmızıya döndü. “Ben başlarım.”
Duru teninin altındaki kanın akışını izlemek yerine masadaki malzemelere,
slayt kutusuna ve hırpalanmış mikroskoba baktım. Dişlerimin arasından hızlıca bir
nefes daha aldım ve boğazımı acıttığında irkildim.
“Profaz.” dedi hızlı bir incelemenin ardından. Slaydı çıkarmaya başladı.
“Bakmamın bir sakıncası var mı?” İçgüdüsel olarak – aptalca, sanki onun
türündenmişim gibi – elini durdurmak için uzandım. Bir saniyeliğine, teninin ısısı
benimkini yaktı. Elektrik çarpması gibiydi. Sıcaklık elimi ve sonra kolumu vurdu.
Bella elini benimkinin altından anında çekti.
“Özür dilerim.” diye mırıldandım kenetlenmiş dişlerimin arasından. Bir yere
bakma ihtiyacıyla mikroskobu kavradım ve kısa bir süre baktım. Doğruydu.
“Profaz.” diye katıldım.
Ona bakmak için hala çok huzursuzdum. Dişlerimin arasından mümkün
olduğunca sessizce nefes alıp yakıcı susuzluğu görmezden gelmeye çalışarak basit
göreve odaklandım, kelimeyi kağıttaki yerine yazdım ve ilk slaydı ikincisiyle
değiştirdim.
Şimdi ne düşünüyordu? Eline dokunduğumda bu ona nasıl hissettirmişti?
Tenim mutlaka buz soğukluğunda olmalıydı – itici. Bu kadar sessiz olmasına
şaşırmamalıydı.
Slayda bir bakış attım.
“Anafaz.” dedim kendi kendime, kelimeyi ikinci satıra yazarken.
“Bakabilir miyim?” diye sordu.
Döndüm ve onu beklentiyle, bir eli mikroskoba doğru uzanmış şekilde
görünce şaşırdım. Korkmuş görünmüyordu. Gerçekten cevabı yanlış verdiğimi mi
düşünmüştü?
Mikroskobu ona doğru kaydırdığımda yüzündeki umutlu ifadeye
gülümsemekten kendimi alıkoyamadım.
Merceğe çabucak solan bir istekle baktı. Ağzının kenarları aşağı doğru indi.
“Üçüncü slayt?” diye sordu mikroskoptan gözlerini ayırmadan; ama elini
uzatarak. Slaydı, tenimin onunkine yaklaşmasına izin vermeyerek eline bıraktım.
Yanında oturmak bir ısıtıcının yanında oturmak gibiydi. Daha yüksek bir sıcaklığa
doğru hafifçe ısındığımı hissedebiliyordum.
Slayda çok uzun süre bakmadı. “İnterfaz.” dedi kayıtsızca – muhtemelen
sesinin kulağa böyle gelmesi için çok uğraşarak – ve mikroskobu bana itti. Kağıda
dokunmayıp benim cevabı yazmamı bekledi. Kontrol ettim – yine doğruydu.
Böyle bitirdik, birkaç kelime konuşup birbirimizin gözleriyle buluşmadan.
Bitiren tek çifttik – diğerleri deneyle ilgili zorluk çekiyordu. Mike Newton ise
odaklanma konusunda problem yaşıyor gibi görünüyordu – beni ve Bella’yı
izlemeye çalışıyordu.
Keşke gittiği yerde kalsaydı, diye düşündü beni gözetleyerek. Hmm, ilginç.
Oğlanın bana karşı kötü hisler beslediğinin farkına varmamıştım. Bu yeni bir
gelişmeydi, yaklaşık olarak kızın gelişi kadar. Daha da ilginci, şaşırarak, bu hissin
karşılıklı olduğunu fark etmiştim.
Tekrar kıza baktım, sıradan, tehditsiz ortaya çıkışına karşın, hayatıma darbe
vuruyor olması beni sersemletti.
Mike’ın ne hakkında konuşup durduğunu anlıyordum ama. Aslında oldukça
güzeldi… alışılmadık bir şekilde. Güzel olmaktan da iyisi, yüzü ilginçti. Pek simetrik
değildi – dar çenesi geniş elmacık kemikleriyle dengeli değildi; rengi ölçüsüzdü –
teni ve saçı, açık-koyu tezatı oluşturuyordu; ve sonra gözleri vardı, sessiz sırlarla
dolu gözler…
Aniden benimkileri delmeye başlayan gözler.
O sırlardan birini tahmin etmeye çalışarak ben de ona baktım.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Milkyhead
Gelişmiş Üye
Gelişmiş Üye
Milkyhead


Mesaj Sayısı : 165
Rep Gücü : 965
Rep puanı : 2
Kayıt tarihi : 06/02/09
Yaş : 30
Nerden : KumsaLdan...

Dikkat : Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap 473972urfuggv5ew


Güç Sistemi
Başarı Puanı:
Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Img_left0/0Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Empty_bar_bleue  (0/0)
AktifLik:
Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Img_left0/0Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Empty_bar_bleue  (0/0)
GüçLüLük:
Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Img_left0/0Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Empty_bar_bleue  (0/0)

Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Empty
MesajKonu: Geri: Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap   Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Icon_minitimeCuma Mayıs 29, 2009 9:50 pm

“Lens mi taktın?” diye sordu aniden.
Ne kadar garip bir soru. “Hayır.” Görüşümü geliştirme fikrine neredeyse
gülümsedim.
“Ah,” diye mırıldandı. “Gözlerinle ilgili bir değişiklik olduğunu
düşünmüştüm.”
Bugün sırları açığa çıkarmaya çalışan tek kişi olmadığımı anladığımda aniden
tekrar soğuk hissettim.
Omuz silktim ve öğretmenin dolaştığı yere doğru baktım.
Tabii ki son baktığından beri gözlerimde bir değişiklik vardı. Kendimi
bugünün işkencesine, ayartısına hazırlamak için, bütün hafta sonumu avlanarak
geçirmiştim, susuzluğumu mümkün olduğunca gidermiş, gerçekten abartmıştım.
Kendimi hayvanların kanıyla doldurmuştum; ama bu etrafındaki havada yüzen aşırı
lezzetle yüzleşmekte pek bir değişiklik yaratmamıştı. Ona en son baktığımda,
gözlerim susuzlukla simsiyahtı. Şimdi, vücudum kan içinde yüzerken, sıcak bir altın
rengindeydiler. Susuzluğumu söndürmede aşırıya kaçtığım girişimim sayesinde açık
kehribardılar.
Başka bir hata. Eğer sorusunda ne kastettiğini görmüş olsaydım, ona sadece
evet diyebilirdim.
İki yıldır, bu okulda insanların yanında oturmuştum ve o, beni göz
rengimdeki değişimi fark edecek kadar dikkatle inceleyen ilk kişiydi. Diğerleri,
ailemin güzelliğine hayran kalırken, bakışlarına karşılık verdiğimizde çabucak
gözlerini kaçırırlardı. Anlamamak için, görünüşümüzün detaylarını içgüdüsel bir
çabayla bloke ederlerdi. Görmezden gelmek insan zihni için mutluluktu.
Niye çok fazla şey gören, bu kız olmak zorundaydı?
Bay Banner masamıza yaklaştı. Getirdiği temiz hava dalgasını, Bella’nın
kokusuyla karışmadan önce minnettarlıkla içime çektim.
“Yani Edward,” dedi cevaplarımıza bakarak, “Isabella’nın mikroskoba
bakmak için bir şansı olması gerektiğini düşünmedin mi?”
“Bella.” diye düzelttim onu refleks olarak. “Aslında, beş taneden üçünü o
tanımladı.”
Bay Banner’ın düşünceleri, kıza dönerken şüpheliydi. “Bu deneyi daha önce
yaptın mı?”
Kendimi kaptırmış halde, gülümser ve hafifçe utanmış gözükürken onu
izledim.
“Soğan köküyle değil.”
“Balık embriyosuyla mı?”
“Evet.”
Bu onu şaşırttı. Bugünün deneyi ileri bir programdan aldığı bir şeydi. Kıza
düşünceli düşünceli başını salladı. “Phoenix’de ileri bir programda mıydın?”
“Evet.”
İleriydi o zaman, bir insana göre zekiydi. Bu beni şaşırtmadı.
“Pekala,” dedi Bay Banner dudaklarını büzerek. “Sanırım ikinizin laboratuar
partneri olmanız iyi.” Döndü ve söylenerek uzaklaştı. “Bu sayede diğer çocukların
kendileri için bir şey öğrenme şansı olabilir.” Kızın bunu duyabildiğinden
şüpheliydim. Dosyasına tekrar spiraller karalamaya başladı.
Bir saatte iki hata çok fazlaydı. Benim tarafımda çok zayıf bir gösteriydi. Kızın
hakkımda ne düşündüğü hakkında hiçbir fikrim olmasa da – ne kadar korkuyor, ne
kadar şüpheleniyor? – onu yeni bir izlenimle bırakmak için daha çok çabalamam
gerektiğini biliyordum. Son, vahşi karşılaşmamızla ilgili anıları daha iyi
bastırmalıydım.
“Karın durması çok kötü oldu, değil mi?” dedim bir düzine öğrencinin
konuştuğunu çoktan duyduğum küçük diyalogu tekrarlayarak. Sıkıcı, standart bir
konu. Hava – her zaman güvenli.
Bana gözlerinde açık bir şüpheyle baktı – çok normal sözlerime anormal bir
tepki. “Pek değil.” dedi beni tekrar şaşırtarak.
Konuşmayı bayat yollara sürdüm. Çok daha güneşli, sıcak bir yerden
geliyordu – teni beyazlığına rağmen bunu bir şekilde yansıtıyordu – ve soğuk onu
mutlaka rahatsız ediyor olmalıydı. Benim buz gibi dokunuşum kesinlikle etmişti.
“Soğuğu sevmiyorsun.” diye tahmin yürüttüm.
“Ya da ıslaklığı.”
“Forks senin için yaşaması zor bir yer olmalı.” Belki de buraya gelmemeliydin,
diye eklemek istedim. Belki de ait olduğun yere geri gitmelisin.
Bunu istediğimden emin değildim gerçi. Kanının kokusunu her zaman
hatırlayacaktım – onu er ya da geç takip etmeyeceğimin bir garantisi var mıydı?
Ayrıca, eğer giderse zihni her zaman bir gizem olarak kalacaktı. Değişmez, daima
rahatsız edici bir muamma.
“Hem de nasıl.” dedi alçak bir sesle.
Cevapları hiçbir zaman benim beklediklerim değildi. Daha çok soru sormak
istememe neden oluyorlardı.
“Niye buraya geldin o zaman?” diye sordum ve sesimin birdenbire çok
suçlayıcı olduğunun, diyalog için yeterince sıradan olmadığının farkına vardım.
Sesim kaba ve meraklı çıkmıştı.
“Bu… karışık.”
Büyük gözlerini kırpıştırdı, konuyu orada bıraktı ve ben neredeyse meraktan
patlayacaktım – merak boğazımdaki susuzluk kadar sıcak bir şekilde beni yakıyordu.
Aslında, nefes almanın biraz daha kolaylaştığını; ıstırabın onu tanıdıkça daha
katlanılır hale geldiğini fark ettim.
“Sanırım anlayabilirim.” diye ısrar ettim. Belki genel nezaket, ben sormak için
yeterince kaba oldukça, onun sorularımı cevaplamaya devam etmesini sağlayabilirdi.
Sessizce ellerine baktı. Bu beni sabırsızlandırdı; elimi çenesinin altına koyup
başını kaldırmak istedim, gözlerini okuyabilmek için; ama onun tenine tekrar
dokunmak aptalca – tehlikeli – olurdu.
Aniden yukarı baktı. Gözlerindeki duyguları görebilmek bir rahatlıktı.
Aceleyle konuştu.
“Annem tekrar evlendi.”
Ah, bu yeterince insancaydı, anlaması kolaydı. Duru gözlerinden üzüntü
geçti.
“Bu o kadar karmaşık gözükmüyor.” dedim. Sesim çaba sarf etmeden nazik
çıkmıştı. Üzüntüsü beni garip bir şekilde aciz bırakmıştı, ona daha iyi hissettirmek
için yapabileceğim bir şey olmasını diliyordum. Garip bir dürtü. “Ne zaman oldu?”
“Geçen eylül.” Derin bir nefes aldı. Sıcak soluğu yüzümü okşarken nefesimi
tuttum.
“Ve sen onu sevmiyorsun.” diye tahmin ettim, daha çok bilgi alabilmek için
uğraşarak.
“Hayır, Phil iyidir.” dedi sanımı düzelterek. Dudaklarının kenarında bir
gülümseme izi vardı. “Çok genç belki; ama yeterince iyi.”
Bu, kafamda kurduğum senaryoya uymuyordu.
“Niye onlarla kalmadın o zaman?” dedim, sesim biraz fazla meraklı çıkmıştı.
İşine burnumu sokuyorum gibi gözüküyordu, ki öyle yapıyordum itiraf etmek
gerekirse.
“Phil sık sık seyahat eder. Geçimini futboldan sağlıyor.” Küçük gülümsemesi
büyüdü; bu kariyer seçimi onu eğlendirmişti.
Elimde olmadan ben de gülümsedim. Onu rahat ettirmeye çalışmıyordum
Sadece, gülümsemesi benim de gülmemi sağlamıştı.
“İsmini duydum mu?”
“Muhtemelen hayır. Pek iyi oynamaz.” Başka bir gülümseme. “İkinci ligde
oynuyor. Çok seyahat etmesi gerekiyor.”
O anda, yeni bir senaryo hayal ediyordum.
“Ve annen onunla seyahat edebilmek için seni buraya yolladı.” dedim.
Tahminler, ondan soruların aldığından daha çok bilgi alıyordu. Tekrar işe yaradı.
Yüz ifadesi birdenbire inatçılaştı.
“Hayır, beni o göndermedi.” dedi. Sesi sertti. Tahminim onu üzmüştü; ama
nasıl olduğunu pek göremiyordum. “Ben kendimi gönderdim.”
Neyi kastettiğini ya da gücenmesinin sebebini tahmin edemedim. Tamamen
geri kalmıştım.
Bu yüzden pes ettim. O, diğer insanlar gibi değildi. Belki de düşüncelerinin
sessizliği ve kokusu onunla ilgili tek alışılmadık şeyler değildi.
“Anlamadım.” diye itiraf ettim, kabul etmek zorunda kalmaktan nefret
ederek.
İçini çekti ve gözlerime normal insanların katlanabileceğinden uzun bir süre
baktı.
“İlk başta benimle kaldı; ama onu özlüyordu.” dedi yavaşça, sesi her
kelimeyle gittikçe daha ümitsizleşiyordu. “Bu onu mutsuz etti… o yüzden ben de
Charlie’yle biraz zaman geçirmenin vaktinin geldiğine karar verdim.”
Kaşlarının arasındaki kıvrım derinleşti.
“Ama şimdi sen mutsuzsun.” diye mırıldandım. Tepkilerini öğrenebilme
umuduyla, hipotezlerimi sesli söylemekten kendimi alamıyordum. Bu seferki
gerçekten pek uzak değildi.
“Ve?” dedi, sanki bu üzerinde düşünülmeyecek bir şeymiş gibi.
Ruhunda bir anlığına, ilk defa bir şey gördüğümü hissederek gözlerine
bakmaya devam ettim. İnsanların çoğunluğunun aksine, kendi ihtiyaçları listenin
çok altlarındaydı.
Fedakardı.
Bunu gördüğümde, bu sessiz zihnin içinde saklanan kişinin gizemi biraz
zayıflamaya başladı.
“Adil görünmüyor.” dedim. Sıradan gözükmeye, merakımın yoğunluğunu
saklamaya çalışarak omuzlarımı silktim.
Güldü; ama sesinde eğlence yoktu. “Kimse sana söylemedi mi? Hayat adil
değildir.”
Sözlerine gülmek istedim; ama ben de gerçekten eğlenmemiştim. Hayatın
adaletsizliğiyle ilgili biraz bilgim vardı. “Sanırım bunu daha önce bir yerlerde
duymuştum.”
Kafası karışmış görünerek bana baktı. Gözleri hızla uzağa gitti ve sonra tekrar
benim gözlerimle buluştu.
“İşte bu kadar.” dedi bana.
Ama ben bu konuşmayı bitirmeye hazır değildim. Kaşlarının arasındaki,
kederinin kalıntısı olan o küçük V, beni rahatsız ediyordu. Parmaklarımın ucuyla
onu düzleştirmek istedim; ama tabii ki, ona dokunamazdım. Pek çok yönden
tehlikeliydi.
“İyi bir oyun çıkardın.” dedim yavaşça, hala bir sonraki tezimi düşünerek.
“Ama bahse girerim ki, insanların görmesine izin verdiğinden çok daha fazla acı
çekiyorsun.”
Gözlerini kısıp, dudaklarını bükerek yüzünü buruşturdu ve sınıfın önüne
baktı. Doğru tahmin ettiğimde sevinmiyordu. Sıradan bir mağdur değildi – acısına
izleyici istemiyordu.
“Haksız mıyım?”
Hafifçe irkildi; ama beni duymamış gibi davrandı.
Bu gülümsememe neden oldu. “Ben de öyle düşünmüştüm.”
“Seni niye ilgilendiriyor ki?” diye sordu hala uzağa bakarak.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Milkyhead
Gelişmiş Üye
Gelişmiş Üye
Milkyhead


Mesaj Sayısı : 165
Rep Gücü : 965
Rep puanı : 2
Kayıt tarihi : 06/02/09
Yaş : 30
Nerden : KumsaLdan...

Dikkat : Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap 473972urfuggv5ew


Güç Sistemi
Başarı Puanı:
Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Img_left0/0Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Empty_bar_bleue  (0/0)
AktifLik:
Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Img_left0/0Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Empty_bar_bleue  (0/0)
GüçLüLük:
Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Img_left0/0Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Empty_bar_bleue  (0/0)

Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Empty
MesajKonu: Geri: Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap   Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap Icon_minitimeCuma Mayıs 29, 2009 9:56 pm

“Bu çok güzel bir soru.” diye itiraf ettim, daha çok kendime cevap vererek.
Sezgileri benimkinden iyiydi – ben kenarlarda bocalar, ipuçlarını körü körüne
incelerken, o direkt özü görüyordu. Onun son derece insanca olan hayatının
ayrıntıları beni ilgilendirmemeliydi. Onun ne düşündüğünü umursamak yanlıştı.
Ailemi şüphelerden korumanın ötesinde, insan düşünceleri önemli değildi.
Kız iç çekti ve sınıfın önüne doğru ters ters baktı. Sinirlenmiş ifadesiyle ilgili
bir şey gülünçtü. Bütün bu durum, bütün konuşma gülünçtü. Kimse benden dolayı
bu kızın olduğu kadar büyük bir tehlike içinde olmamıştı – her an, diyalogla gülünç
bir şekilde meşgul olduğum için dikkatim dağılabilir, burnumdan nefes alabilir ve
kendimi durduramadan ona saldırabilirdim – ve o ben sorusuna cevap vermediğim
için sinirlenmişti.
“Seni rahatsız mı ediyorum?” diye sordum bunun saçmalığına gülümseyerek.
Bana hızlıca baktı ve gözleri bakışımla kapana kısılmış biri göründü.
“Tam olarak değil,” dedi. “Daha çok kendimden rahatsız oluyorum. Yüzümü
okumak çok kolay – annem bana her zaman ‘açık kitabım’ der.”
Canı sıkılarak kaşlarını çattı.
Ona hayretle baktım. Üzülmesinin sebebi onun içini çok kolayca gördüğümü
düşünmesiydi. Ne garip. Birini anlamak için hiç bu kadar çok çaba sarf etmemiştim
hayatım boyunca – ya da varlığım boyunca, zira hayat pek de doğru kelime değildi.
Benim hakikaten bir hayatım yoktu.
“Aksine,” dedim garip bir şekilde… ihtiyatla, sanki göremediğim gizli bir
tehlike varmış gibi. Birdenbire sınırdaydım, önsezi beni endişelendiriyordu. “Bence
sen okunması çok zor birisin.”
“O zaman sen iyi bir okuyucu olmalısın,” dedi, tahminiyle yine tam hedeften
vurmuştu.
“Genellikle.” diye katıldım.
Sonra dudaklarımı, arkasındaki keskin dişleri göstermelerine izin verip geriye
doğru çekerek ona genişçe gülümsedim.
Bu aptalcaydı; ama aniden, beklenmedik bir şekilde ona bir uyarı vermek için
çaresizdim. Vücudu öncekinden daha yakındı, konuşma boyunca bilinçsizce bana
doğru yönelmişti. İnsanlığın kalanını korkutmaya yeterli olan küçük işaretler onun
üzerinde işliyor gibi görünmüyordu. Niye dehşetle benden geri kaçmıyordu?
Şüphesiz karanlık yanımı tehlikeyi anlayacak kadar görmüştü.
Uyarımın istediğim etkiyi yapıp yapmadığını göremedim. Bay Banner sınıfın
dikkatini istedi ve o da hemen benden uzağa döndü. Kesintiden dolayı biraz
rahatlamış görünüyordu, o zaman belki de bilinçsizce anlamıştı.
Anlamış olduğunu umdum.
Engellemek istesem bile içimde büyüyen büyük merakı tanıdım. Bella Swan’ı
ilginç bulacak durumda değildim, ya da daha doğrusu, o bu durumda değildi.
Şimdiden, başka bir konuşma şansı için heyecanlıydım. Annesiyle, buraya gelmeden
önceki hayatıyla, babası ile olan ilişkisiyle ilgili daha çok şey öğrenmek istiyordum.
Karakterini daha çok ortaya çıkaracak her anlamsız ayrıntıyı… ama onunla
geçirdiğim her saniye bir hataydı, almaması gereken bir risk.
Dalgınlıkla, gür saçını tam da ben kendime başka bir soluk için izin verdiğim
sırada arkaya attı. Kokusunun özellikle yoğun bir dalgası boğazımın arkasına darbe
indirdi.
İlk günkü gibiydi – harap edici mermi gibi. Yakıcı susuzluğun acısı başımı
döndürdü. Kendimi sırada tutabilmek için yine masayı kavramam gerekti. Bu sefer
biraz daha kontrollüydüm, en azından hiçbir şey kırmadım. İçimdeki canavar
homurdandı; ama acımdan memnun kalmadı. Çok sıkı bağlıydı. Şu anda.
Nefes almayı tamamen bıraktım ve kızdan uzaklaşabildiğim kadar
uzaklaştım.
Hayır, onu büyüleyici bulmayı göze alamazdım. Onu ne kadar ilginç
bulursam, öldürme ihtimalim de o kadar artardı. Bugün, çoktan iki küçük hata
yapmıştım. Üçüncü bir tane daha yapar mıydım, küçük olmayanı?
Zil çalar çalmaz, sınıftan dışarı fırladım – muhtemelen ders boyunca ancak
yarım olarak verdiğim kibar izlenimi yok ederek. Tekrar, dışarıdaki iyileştirici, temiz
ve ıslak havayı içime çektim. Kız ile arama mümkün olduğunca daha çok mesafe
koymak için acele ettim.
Emmett beni İspanyolca sınıfının kapısında beklemişti. Vahşi ifademi bir an
inceledi.
Nasıl gitti? diye merak etti ihtiyatla.
“Kimse ölmedi.” dedim mırıldanarak.
Sanırım bu da bir şey. Alice’in sonlarda dersi astığını gördüğümde düşündüm ki…
Sınıfa yürürken kafasındaki kısa zaman öncesine ait, son sınıfının açık
kapısından gördüğü anıyı izledim: Alice hızla ve boş bir yüzle fen binasına doğru
yürüyordu. Hatırladığı, kalkıp ona katılma isteğini hissettim ve sonra kalma kararını.
Eğer Alice onun yardımını isteseydi, söylerdi…
Sırama çökerken gözlerimi dehşet ve tiksinmeyle kapattım. “Bu kadar yakın
olduğunu anlamamıştım. Yapacağımı düşünmemiştim… Bu kadar kötü olduğunu
görmemiştim.” dedim fısıldayarak.
Değildi, diye güvence verdi bana. Kimse ölmedi değil mi?
“Doğru.” dedim dişlerimin arasından. “Bu sefer değil.”
Belki gittikçe kolaylaşır.
“Tabii.”
Ya da belki onu öldürürsün. Omuz silkti. İşleri eline yüzüne bulaştıran ilk kişi
olmazsın. Kimse seni çok sertçe yargılamaz. Bazen bir insan sadece çok güzel kokar. Bu kadar uzun dayanabilmenden bile etkilendim.
“Yardımcı olmuyorsun Emmett.”
Kızı öldüreceğimi, bunun bir şekilde kaçınılmaz olduğunu kabul edişinden
dehşete düştüm. Çok güzel kokması onun suçu muydu?
Bana olduğunu biliyorum…, anılarına döndü, beni kendiyle beraber yarım
yüzyıl geriye, orta yaşlı bir kadının elma ağaçları arasına gerili ipten kuru
çamaşırlarını topladığı loş bir taşra sokağına götürdü. Elmaların kokusu havada
yoğundu – hasat zamanı geçmişti ve atılmış meyveler yere yayılmıştı, çürükleri
kokularını yoğun bulutlar halinde salıyordu. Taze biçilen kuru ot kokusu, bu
kokunun arka planındaydı, bir karışım. Rosalie için bir iş yaparken kadının hiçbir
şekilde farkında olmayarak,. Gökyüzü yukarıda mor, batı ağaçlarının üstünde
turuncuydu. Kıvrımlı yolda yürümeye devam etti ve bu akşamı hatırlamak için
hiçbir sebep yok gibi gözüktü, ani bir akşam esintisinin beyaz çarşafları yelken gibi
uçurup, kadının kokusunu Emmett’in yüzüne göndermesi dışında.
“Ah.” diye inledim sessizce. Sanki kendi hatırladığım susuzluk yeterli
değilmiş gibi.
Biliyorum. Yarım saniye sürmedi. Karşı koymayı düşünmedim bile.
Anısı katlanabileceğimden çok daha net hale geldi.
Ayaklarımın üzerine zıpladım, dişlerim birbirine çeliği kesecek kadar sert
kilitlenmişti.
“Esta bien, Edward?” diye sordu Senora Goff, ani hareketimden şaşkınlığa
uğrayarak. İfademi onun zihninde görebiliyordum ve yüzümün iyi olmaktan çok
uzak olduğunu biliyordum.
“Me perdona.” diye mırıldandım kapıdan dışarı fırlarken.
“Emmett – por favor, puedas tu ayuda a tu hermano?” diye sordu.
“Tabii,” dediğini duydum Emmett’in, sonrasında tam arkamdaydı.
Binanın uzak tarafına kadar beni takip etti ve yakalayıp elini omzuma koydu.
Elini gereksiz bir kuvvetle ittim. Bu, bir insan elindeki ve onlara bağlı kol
kemiklerini kırardı.
“Özür dilerim Edward.”
“Biliyorum.” Havayı derin derin içime çektim, kafamı ve ciğerlerimi
temizlemeye çalıştım.
“O kadar kötü mü?” diye sordu anısındaki kokuyu düşünmemeye çalışıp, pek
başarılı olamayarak.
“Daha kötü Emmett, daha kötü.”
Bir anlığına sessizdi.
Belki…
“Hayır, daha iyi olmaz. Sınıfa dön Emmett. Yalnız kalmak istiyorum.”
Başka bir söz söylemeden ya da düşünmeden döndü ve hızlıca uzaklaştı.
İspanyolca öğretmenine hasta olduğumu ya da dersi astığımı ya da tehlikeli şekilde
kontrolden çıkmış bir vampir olduğumu söyleyecekti. Mazereti gerçekten fark eder
miydi? Belki geri dönmeyecektim, belki gitmek zorunda kalacaktım.
Tekrar arabama girdim, okulun bitmesini beklemek için. Saklanmak için. Yine.
Zamanı kararlar vermekle ya da çözümümü desteklemekle harcamalıydım;
ama tıpkı bir bağımlı gibi, kendimi okul binalarından gelen düşünceleri dinlerken
buldum. Aşina sesler ileri çıktı; ama o anda Alice’in gelecek görüşlerini ya da
Rosalie’nin şikayetlerini dinlemek istemiyordum. Jessica’yı kolayca buldum; fakat
kız onunla değildi, o yüzden aramaya devam ettim. Mike Newton’ın düşünceleri
dikkatimi çekti ve sonunda onunla bağlantı kurabildim. Mike mutsuzdu, çünkü
bugün Biyoloji’de Bella’yla konuşmuştum. Konuyu açtığında kızın verdiği cevabı
kafasından tekrar geçiriyordu.
"Onun burada kimseyle bir kelimeden fazla konuştuğunu görmemiştim. Tabii ki,
Bella’yı ilginç bulmaya karar verdi. Ona bakışını hiç beğenmiyorum; ama Bella onun
hakkında pek heyecanlı gözükmüyordu. Ne söylemişti? “Geçen pazartesi nesi olduğunu
merak ettim.” Onun gibi bir şey. Umurundaymış gibi gözükmemişti. Pek konuşma olmuş
olamaz…"
Kendini karamsarlığından o şekilde kurtardı, Bella’nın benimle olan
diyaloguyla ilgilenmediği fikriyle neşelendi. Bu beni kabul edilebilir düzeyin bayağı
üzerinde rahatsız etti, o yüzden onu dinlemeyi bıraktım.
Müzik setine sert bir müzik CD’si taktım ve diğer sesleri boğana kadar sesini
açtım. Kendimi Mike Newton’ın düşüncelerine geri dönmekten, kızı gözetlemekten
alıkoymak için çok fazla odaklanmam gerekti.
Saat bitmek üzereyken birkaç kere hile yaptım. Gözetlemek değil, diye ikna
etmeye çalıştım kendimi. Beden dersinden ne zaman çıkacağını, park yerine ne
zaman varacağını bilmem gerekiyordu. Beni hazırlıksız yakalamasını istemiyordum.
Öğrenciler spor salonunun kapılarından çıkmaya başladığında, neden
yaptığımdan emin olmayarak arabadan dışarı çıktım. Yağmur hafifti – saçımı
yavaşça ıslatmaya başladığında görmezden geldim.
Onun beni burada görmesini mi istiyordum? Gelip benimle konuşmasını mı
umuyordum? Ben ne yapıyordum?
Davranışımın yanlış olduğunu bilerek kendimi arabaya geri girmek için ikna
etmeye çalışmama rağmen, hareket etmedim. Kollarımı göğsümde kavuşturdum ve
onun, dudakları kenarlarından aşağıya kıvrılmış bir halde bana doğru yavaşça
yürümesini izlerken hafifçe nefes aldım. Bana bakmadı. Bulutlara, sanki onu
gücendirmişler gibi yüzünü buruşturarak birkaç kere göz attı.
Yanımdan geçmek zorunda kalmadan arabasına ulaştığında hayal kırıklığına
uğradım. Benimle konuşur muydu? Ben onunla konuşur muydum?
Soluk kırmızı bir Chevy kamyonete bindi, paslanmış, babasından daha yaşlı
dev bir canavar. Motoru çalıştırmasını izledim – eski motor park yerindeki diğer
araçlardan daha yüksek sesle kükredi – sonra ellerini ısıtıcının önüne uzattı. Soğuk
onun için rahatsız ediciydi – sevmiyordu. Parmaklarıyla saçlarını ayırdı, buklelerini,
sanki onları kurutmak istiyormuş gibi sıcak hava dalgasına doğru getirdi.
Kamyonetin içinin nasıl kokacağını hayal ettim ve sonra hızlıca bu düşünceyi
bastırdım.
Geri gitmeye hazırlanırken etrafına göz gezdirdi ve sonunda yönüme doğru
döndü. Bana sadece yarım saniye boyunca baktı, gözlerini kaçırıp kamyoneti geriye
doğru sürmeden önce gözlerinde okuyabildiğim tek şey şaşkınlıktı. Ve sonra yine
durdu, kamyonetin arkası Eric Teague’ı santimlerle sıyırmıştı.
Ağzı üzüntüyle açılarak dikiz aynasından baktı. Diğer araba arkasından
geçtiğinde, bütün kör noktaları iki kere kontrol etti ve park yerinden o kadar dikkatle
çıktı ki sırıtmama neden oldu. Sanki eski kamyonetinin içinde tehlikeli olduğunu
düşünüyormuş gibiydi.
Bella Swan’ın ne sürüyor olursa olsun, herhangi birine tehlikeli olması
düşüncesi, kız dosdoğru ileri bakarak önümden geçtiğinde beni kahkahalarla
güldürdü.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Midnight Sun(Geceyarısı Güneşi) 2.Bölüm - Açık Kitap
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Herşey Gülümse(t)mek İçin...:)) :: » ● » Forum Kütüphanesi « ● « :: Roman Özetleri-
Buraya geçin: