Kitap Tanıtımlarında açıklama yaptım gerçi ama yine de tekrarlamak isterim...Stephenie Meyer'ın yazdığı ALacakaranlık serisinin 5.kitabı olacak Midnight Sun tamamlanmadan bi şekilde 12 bölümü nette sızdı...Tabi bnde fan olarak dayanamadım ve okudum...Şimdi de okumak isteyenler için buraya koyuyorum...Bölüm bölüm koyucam...
Midnight Sun o da ne?? diyenler için....
Bir vampir.. Bir insana aşık oldu.. Yapmaması gereken şeyler yaptı..
Bu defa Twilight kitabındaki yani ilk kitap Alacakaranlık'taki herşey Edward'ın ağzından anlatılıyor...
Onun için hayat..
Sandığınızdan daha zordu...
Kısa özeti bu...Alacakaranlık serisini okumayanlar korkmasınlar...O kadar kitabı atlayıpta burdan mı başlıcam diye...Bu 1.kitap sayılır sadece Edward'ın ağzından anlatılıyor....Çok konuştum neyse...İlk bölümü Koyuyorum....
1. İlk BakışBu, günün uyuyabilmeyi dilediğim zamanıydı.
Lise.
Ya da doğru sözcük Araf mıydı? Eğer günahlarımı telafi etmenin bir yolu
olsaydı, bu bir ölçütte çeteleye yazılmalıydı. Can sıkıntısı alışabildiğim bir şey değildi;
her gün, inanılmaz şekilde bir öncekinden daha tekdüze geliyordu.
Sanırım benim uyuma biçimim buydu – eğer uyku aktif dönemler arasındaki
hareketsiz durum olarak tanımlanırsa.
Kafeteryanın uzak köşesindeki alçıdan geçen çatlaklara, orada olmayan
şekiller hayal ederek baktım. Bu, kafamın içinde fışkıran ve bir nehir gibi çağıldayan
sesleri bastırmanın tek yoluydu.
Bu seslerden birkaç yüz tanesini sıkıntı yüzünden duymazdan geliyordum.
Konu insan zihnine gelince, hepsini daha önceden duymuştum. Bugün bütün
düşünceler, buradaki küçük öğrenci grubuna eklenen yeni kişiyle ilgili gülünç bir
heyecanla doluydu. Hepsinde ilgi uyandırmak çok kısa zaman almıştı. Yeni yüzü her
açıdan düşünce üzerine düşüncede görmüştüm. Sadece sıradan bir insan kızı.
Gelişinden doğan coşku bıktırıcı şekilde tahmin edilebilirdi – bir çocuğa parlak bir
cisim göstermek gibi. Koyuna benzeyen erkeklerin yarısı şimdiden kendilerini ona
aşık olarak hayal ediyorlardı, sırf bakılacak yeni bir şey olduğu için. Onları bastırmak
için daha çok uğraştım.
Sadece dört sesi tiksindiğim için değil, nezaketten engelliyordum: yanlarında
olduğum zamanlardaki mahremiyet yoksunluğuna alışan ve bununla ilgili artık pek
düşünmeyen ailem, iki kız ve iki erkek kardeşim. Onlara verebildiğim kadar gizlilik
veriyordum. Eğer yapabilirsem dinlememeye çalışıyordum.
Denediğim halde, yine de… biliyordum.
Rosalie’nin aklında, her zamanki gibi, kendisi vardı. Birilerinin bardaklarında
profilinin görüntüsünü yakalamıştı ve mükemmelliği üzerine düşünüyordu. Onun
zihni birkaç sürprizi olan sığ bir göletti.
Emmett dün gece Jasper’a karşı kaybettiği güreş maçı yüzünden
köpürüyordu. Rövanş ayarlamak için okulun bitimini getirmek, sınırlı olan bütün
sabrını alacaktı. Emmett’in düşüncelerini dinlerken kendimi hiçbir zaman davetsiz
misafir gibi hissetmezdim, çünkü asla sesli söylemeyeceği ya da eyleme
geçirmeyeceği bir şey düşünmezdi. Muhtemelen diğerlerinin aklını okumaktan
suçluluk duymamın sebebi, orada benim duymamı istemeyecekleri şeyler olduğunu
bilmemdi. Eğer Rosalie’nin zihni sığ bir göletse, Emmett’inki de cam berraklığında,
karartısız bir göldü.
Ve Jasper… acı çekiyordu. Bir iç çekişi bastırdım.
Edward. Alice kafasının içinde ismimi söyledi ve dikkatimi anında çekti.
Bu, adımın sesli söylenmesiyle aynı şeydi. İsmimin modasının son zamanlarda
geçmiş olmasından memnundum – sinir bozucu oluyordu; herhangi bir zaman,
herhangi biri, herhangi bir Edward’ı düşündüğünde, başım istemsizce dönüyordu…
Şimdi başım dönmemişti. Alice ve ben bu gizli konuşmalarda iyiydik. Birileri
bizi çok ender yakalayabiliyordu. Gözlerimi alçının çizgilerinde tuttum.
Nasıl direniyor? diye sordu bana.
Somurttum, ağzımın sabit şeklinde sadece ufak bir değişiklik oldu. Diğerlerini
uyaracak hiçbir şey yoktu. Kolaylıkla sıkıntıdan da somurtuyor olabilirdim.
Alice’in iç sesi şimdi panik doluydu, zihninde çevresel görüşüyle Jasper’ı
izlediğini gördüm. Bir tehlike var mı? Yakın geleceği taradı, surat asmamın altındaki
sebebi bulmak için tekdüze görüntüleri gözden geçirdi.
Başımı sanki duvarın tuğlalarına bakıyormuş gibi yavaşça sola çevirip iç
çektim, sonra sağa, tavandaki çatlaklara bakmaya geri döndüm. Sadece Alice kafamı
salladığımı biliyordu.
Rahatladı. Eğer kötüye giderse bana haber ver.
Sadece gözlerimi hareket ettirdim, önce tavana sonra tekrar aşağıya.
Bunu yaptığın için teşekkürler.
Sesli cevap veremediğim için hoşnuttum. Ne söylerdim ki? ‘Benim için bir
zevk’? Hiç değildi. Jasper’ın mücadelelerini dinlemekten keyif almıyordum. Onu
böyle sınamak gerçekten gerekli miydi? Belki de susuzlukla hiçbir zaman kalanımız
gibi başa çıkamayacağını itiraf etmek, sınırları zorlamamak daha güvenli olmaz
mıydı? Niye tehlikeyle flört etmeliydi ki?
Son avlanma seyahatimizin üzerinden iki hafta geçmişti. Bu kalanımız için çok
uzun bir zaman değildi. Bazen biraz rahatsız ediyordu – eğer bir insan çok yakından
yürürse, eğer rüzgar yanlış yönden eserse… ama insanlar çok ender yakınımızdan
yürüyorlardı. İçgüdüleri onlara bilinçlerinin asla anlayamayacağı şeyi söylüyordu:
biz tehlikeliydik.
Jasper şu anda çok tehlikeliydi.
O anda, küçük bir kız bir arkadaşıyla konuşmak için bizimkine en yakın
masanın sonunda durdu. Sarımsı kızıl, kısa saçlarını, parmaklarını içinden geçirerek
salladı. Isıtıcı, kokusunu bizim yönümüze doğru üfledi. Bu kokunun bana
hissettirdiklerine alışıktım – boğazımda susatıcı bir ağrı, midemde boş bir arzu,
kaslarımın istemsizce kasılışı, ağzımdaki zehrin aşırı akışı…
Bunların hepsi oldukça normaldi, genellikle görmezden gelinmesi kolaydı.
Sadece şimdi daha zordu; Jasper’ın tepkisini izlerken hisler daha güçlüydü, iki
misliydi. Sadece benimki yerine çifte susuzluk vardı.
Jasper hayal gücünün kendisinden kurtulmasına izin verdi. Kafasında
resmediyordu – kendini Alice’in yanındaki yerinden kalkıp küçük kızın yanına
giderken canlandırıyordu. Kulağına fısıldıyormuş gibi eğilip dudaklarını kızın
boğazına değdirmeyi düşünüyordu. İnce teninin altındaki nabzının sıcak atışının
ağzının altında nasıl hissedeceğini düşlüyordu…
Sandalyesini tekmeledim.
Bir dakikalığına bakışımla buluştu ve sonra aşağı baktı. Kafasının içindeki
utanç ve isyan savaşını duyabiliyordum.
“Özür dilerim.” diye mırıldandı.
Omuzlarımı silktim.
“Hiçbir şey yapmayacaktın.” dedi Alice üzüntüsünü yatıştırmak için. “Bunu
görebiliyordum.”
Yalanını ele vermemek için suratımı ekşitmemeye uğraştım. Birbirimize
destek olmalıydık, Alice ve ben. Sesler duymak ya da gelecekten görüntüler görmek
kolay değildi. Zaten ucube olanların arasında ikimiz de ucubeydik. Birbirimizin
sırlarını korurduk.
“Eğer onları insan olarak düşünürsen biraz yardımcı olur.” diye önerdi Alice,
yüksek, müzikal sesi eğer yeterince yakında olan varsa, onların duyabilmesi için çok
hızlıydı. “Adı Whitney. Çok sevdiği bir kız kardeşi var. Annesi Esme’yi o bahçe
partisine davet etmişti, hatırladın mı?”
“Onun kim olduğunu biliyorum.” dedi Jasper tersçe. Uzun odanın etrafındaki
saçakların altında yer alan pencerelerin birinden bakmak için döndü.
Bu gece avlanmak zorunda kalacaktı. Böyle riskler alarak, gücünü test etmeye,
direncini artırmaya çalışmak saçmaydı. Jasper sınırlarını kabul etmeli ve onlara göre
davranmalıydı. Eski alışkanlıklarının, seçilmiş yaşam şeklimize faydası olmuyordu;
kendini böyle zorlamamalıydı.
Alice sessizce iç çekti ve yemek tepsisini alıp kalkarak onu yalnız bıraktı.
Jasper’ın ne zaman yeterli desteği aldığını bilirdi. Rosalie ve Emmett ilişkileriyle
daha çok göze batsalar da, birbirlerinin ruh hallerini kendilerininki kadar iyi bilenler
Alice ve Jasper’dı. Sanki onlar da akıl okuyabiliyorlarmış gibi – sadece
birbirlerininkini.
Edward Cullen.
Refleks olarak, adımı çağıran sese doğru döndüm; ama seslenilmemişti sadece
bir düşünceydi.
Gözlerim saniyenin küçük bir kısmında kalp şekilli, soluk renkli bir yüzdeki
bir çift büyük, çikolata renkli göze kilitlendi. Şimdiye kadar kendim görmüş
olmasam da, yüzü tanıyordum. Bugün buradaki her insanın aklında en ön
plandaydı. Yeni öğrenci, Isabella Swan. Buraya yeni bir gözetim durumuyla yaşamak
için gelmiş, kasaba polis şefinin kızı. Bella. Tam ismini söyleyen herkesi
düzeltmişti…
Sıkılıp başka yere baktım. Onun, ismimi düşünen kişi olmadığını anlamam bir
saniye sürmüştü.
İlk düşüncenin Tabii ki, şimdiden Cullen’lara çarpılıyor, diye devam ettiğini
duydum.
Şimdi ‘sesi’ tanımıştım. Jessica Stanley – iç gevezelikleriyle beni rahatsız edeli
bir süre geçmişti. Yanlış kişiye olan hayranlığını sonunda atlatmış olması büyük
rahatlıktı. Eskiden, daimi, gülünç hayallerinden kaçmak neredeyse imkansızdı. O
zamanlar, eğer dudaklarım ve arkalarındaki dişlerim onun yakınlarına gelirse tam
olarak ne olacağını ona açıklayabilmeyi dilemiştim. Bu, o rahatsız edici fantezilerini
sustururdu. Tepkisinin düşüncesi beni neredeyse gülümsetti.
Ona çok da yararı olacak sanki, diye devam etti Jessica. Gerçekten güzel bile değil.
Niye Eric’in ona bu kadar çok baktığını bilmiyorum… ya da Mike’ın.
Son isimde irkildi. Yeni platoniği, popüler Mike Newton ona tamamen
kayıtsızdı. Belli ki, yeni kıza o kadar kayıtsız değildi. Yine parlak cisimle çocuk gibi.
Kıza ailemle ilgili bilgi verirken dışarıdan samimi görünüyordu. Yeni öğrenci
mutlaka bizi sormuş olmalıydı.
Bugün herkes bana da bakıyor, diye düşündü Jessica kendini beğenmiş şekilde.
Bella’nın benimle iki dersi olması büyük şans… Bahse girerim ki Mike bana–
Dar kafalılığı ve abesliği beni delirtmeden önce bu anlamsız gevezeliği
kafamdan atmaya çalıştım.
“Jessica Stanley yeni Swan kızına Cullen’ların bütün kirli çamaşırlarını
anlatıyor.” diye mırıldandım Emmett’a dikkatimi dağıtmak için.
Alçak sesle kıkırdadı. Umarım iyi anlatıyordur, diye düşündü.
“Hiç yaratıcı değil aslında. Sadece ufak skandal dokundurmaları, korku
hikayeleri değil. Biraz hayal kırıklığına uğradım.”
Peki yeni kız? O da dedikoduda umduğunu bulamamış mı?
Yeni kızın, Bella’nın, Jessica’nın hikayesi üzerine ne düşündüğünü duymak
için dinledim. Herkesçe görmezden gelinen garip, kireç tenli aileye baktığında ne
görmüştü?
Tepkisini bilmek benim bir nevi sorumluluğumdu. Ailem için bir gözcüydüm,
bizi korumak için. Eğer birileri şüphelenmeye başlarsa, erken bir uyarı ve kolay geri
çekilme şansı verebiliyordum. Bu sık sık oluyordu – aktif hayal gücüne sahip bazı
insanlar bizi bir kitap ya da film karakteri olarak görüyorlardı. Genellikle yanlış
sonuca varıyorlardı; ama riske girmektense başka bir yere taşınmak daha iyiydi. Çok
çok ender, birileri doğru tahmin ediyordu. Onlara hipotezlerini test etme şansı
vermiyorduk. Korkutucu bir anıdan başka bir şey olmamak için sadece
kayboluyorduk…
Jessica’nın anlamsız iç monologunun devam ettiği yerin yakınını dinlememe
rağmen hiçbir şey duymadım. Sanki orada kimse oturmuyor gibiydi. Ne tuhaf. Kız
gitmiş miydi? Jessica ona hala gevezelik ettiğine göre, bu pek mümkün değildi.
Dengesiz hissederek kontrol etmek için baktım, ekstra ‘duyu’mun bana ne
söyleyebileceğini kontrol etmek için – bu daha önce yapmak zorunda kaldığım bir
şey değildi.
Bakışım yine aynı, büyük ve kahverengi gözlere kilitlendi. Daha önce
oturduğu yerde oturuyor ve Jessica ona hala Cullen’larla ilgili yerel dedikoduları
anlattığı için, doğal olarak, bize bakıyordu.
Bizi düşünmek de doğal olurdu.
Ama bir fısıltı bile duyamadım.
Bir yabancıya bakarken yakalanmanın utancından kaçmak için aşağıya
bakarken, davet edici sıcak bir kırmızı, yanaklarını renklendirdi. Jasper’ın hala
pencereden dışarı bakıyor olması iyiydi. Bu serbest kanın, onun kontrolüne ne
yapacağını hayal etmek istemiyordum.
Duyguları yüzünde sanki alnında yazılmış gibi açıktı: kendi türü ve benim
türüm arasındaki hemen göze çarpmayan farkları bilmeden algıladığında şaşkınlık,
Jessica’nın hikayesini dinlediğinde merak ve başka bir şey daha… hayranlık? Bu ilk
olmazdı. Avlarımıza göre güzeldik. Ve son olarak, onu bana bakarken
yakaladığımda utanç.
Yine de, düşünceleri garip gözlerinde – garip, çünkü çok derinlerdi;
kahverengi gözler genelde koyuluklarıyla düz görünürlerdi – çok açık olsa da,
oturduğu yerden sessizlikten başka hiçbir şey duyamıyordum. Hiçbir şey.