Aşk bu değildi. Bunca zamandır birbirimizi ‘aşk’ diye kandırdığımız aşk değildi. Aşk; yüreğini acıtmazdı insanın. Artık küçük gelen bir çift ayakkabı gibi yakıp canımızı, yaralar bırakmazdı bedenlerimizde…
Aşk onarmaktı, yenilemekti. Eskitmek, kırıp dökmek değildi. Ağlamak geceden sabaha, dişlerini sıkmak, dudaklarını ısırmak değildi aşk. Özlemekti, beklemekti, sabretmek ve sonunda sabrettiğine kavuşmaktı. Boş hayaller peşinde koşup, düşüp ellerini kanatmak değildi aşk…
Bir uçan balon, kağıt helva arasında iki top dondurma, tarihi geçmiş bir sinema bileti ve yahut özenle saklanmış bir fotoğraf karesiydi, aşk. Emip tüketmek, sonra da bir kenarda unutmak değildi aşk…
Aşk; çocukluğumdu. Oynadığım oyunlar, dişlerimi çürüten şekerler, sarılıp uyuduğum peluş ayıcıklarımdı. Çoğu zaman; ılık yaz gecelerinde sokak lambaları altında yenen bir poşet ayçekirdeği ve yahut piknik tüpü üzerinde demlenmekten kararmış ama tadından hiçbir şey kaybetmemiş bir demlik çaydı. Kaşıkların ince belli bardağa vurarak çıkardığı sesti aşk…
Bir düğün fotoğrafında gelinin koluna girip, poz vermekti. Kimseyi umursamadan, terden sırılsıklam olana kadar oynamak, sesin kısılana kadar avaz avaz şarkı söylemekti aşk. Bir köşeye pusup, yalnızlığınla dertleşmek, söylemek istediklerini yutmak zorunda kalmak değildi aşk…
Bunca zamandır birbirimizi aşk diye kandırdığımız şey aşk değildi. Alışmaya çalışmaktı. Teninin tenime uyum sağlayabilmesiydi. Gözlerinin korkmadan gözlerime bakmayı öğrenebilmesiydi. Yüreğinin, korkmadan kendisini, yüreğime adayabilmesiydi. Ama aşk değildi…
Aşk bir fotoğraf karesinden ibaret değildi. Bir çift güzel söz, bir tek dokunuştan da ibaret değildi. Aşk yenilemek, yenilenmekti. Yaralarıma yara katıp, kendinide karanlığa katıp; dönüp sırtını gitmek değildi…
Bu aşk değildi…